Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Genel Merkezi nin Türkiye genelinde tüm şubelerimiz in katılımıyla düzenlediği makale yarışmasında Şubemiz üyesi Sayın Zeki TATLI’nın birincilik ödülü alan makalesi “Koronavirüs Günlerinde Yaşam”
İlk olarak Çin’in Vuhan kentinde 2019 yılının son günlerinde ortaya çıktığında korona virüsü pek de umursamamıştık. Ne de olsa “Davulun sesi uzaktan hoş gelirdi”. O dönemler için dünyanın öbür ucunda dediğimiz virüsün ülkemize gelmesi pek de uzun sürmedi. Artık küreselleşen dünyada hızlı bir iletişim ve ulaşım ağına sahip olduğumuzdan virüste bu hızlı ulaşım ağından yararlanarak birçok ülkeye ulaşma fırsatı buldu. Öncelikle bize komşu olan ülkelerin bazıları ile sınırlarımızı kapattırmakla başladı işe. Tam da “Yahu sınırlarımızdaki bütün ülkelerde var bizde nasıl olmaz?” dediğimiz dönemlerdi. Yani takvimler 11 Mart 2020 tarihini gösterdiğinde virüsün bizde de olduğuna dair ilk haberleri almış olduk. Bu güne kadar ucuz emek ve ürün ihracıyla tanıdığımız Çin nihayetinde herhangi bir gümrük mevzuatına takılmadan korona virüsü dünya ülkelerine bedelsiz göndermiş oldu. Bu durum pek hoşumuza gitmese de, nihayet Çin’de “Vuhan” diye bir kent olduğunun farkına vardığımızda artık virüs sadece Çin’in değil Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün dünyanın bir sorunuydu.
***
O güne kadar verdiği çetin mücadelelerle virüsün yayılma hızını kısmen de olsa yavaşlatan Çin’in bu hüzünlü başarı öykülerinin televizyon ekranlarına taşınması pek de uzun sürmedi. Ülke olarak yeni sorunumuzla artık yüzleşmeye hazırdık. İnsanlar arasında “Hani virüs nerede?”, “Ben göremiyorum virüsü”, “Bize bir şey olmaz” efelenmeleriyle cehaletlerini cömertçe sergileyenlerde vardı, tüm sorumluluk bilinciyle insanları kurallara uymaya davet edende. Birçoğumuzun içinde bulunduğu durumun önemini kavraması pek de uzun sürmedi. Medya bir takım tedbir ve yasaklardan bahsetmeye başlamıştı bile. Hayatımıza yaptığı bu ani girişiyle ve aşısının kısa zamanda bulunabileceği umuduyla ilk başlarda virüsü kabullenmekte oldukça zorlandık. Yayılım hızının engellenmesi amacıyla okulların tatil edilmesi, yurt dışından gelen vatandaşlarımızın öğrenci yurtlarında karantinaya alınmasıyla işin ciddiyetini anlamaya başladık. Gerekmedikçe sokağa çıkmamamız konusunda yapılan uyarılarla kapı arkalarında bizleri bekleyen yeni bir hayatın ilk sinyallerini almış olduk.
***
Yorumlar yaptık kendimizce. Ne de olsa çılgınca bir tüketim rüzgârına kapılmıştık, içine battığımız bireyselliğimizle dünyayı kirletmiş, kaynaklarının çoğunu tüketmiştik. Yeryüzünün bitmek bilmeyen savaşlarıyla açlık, yoksulluk ve sonrasında göçe mahkûm edilen insan kitleleri arasındaki Aylan bebeklerin sahile vuran minik bedenlerine seyirci kalmış, para uğruna çeşitli canlıların neslini yok etmiştik. Büyük yangınlara kurban edilen ormanlarla birlikte yapılan çevre talanlarına aldırmamış, özgürlüğümüzü bize zirve yaptırarak hissettiren gökyüzünün kirletilmesini kendi yarattığımız kâğıttan saltanatların büyüsüne kapılarak görmezden gelmiştik. İnsanlar yaşadığı güç zehirlenmesinin etkisiyle dünyayı nasıl bir çaresizlik içerisinde bırakmıştı da bu felaketler başımıza gelmişti? Normal gözle göremediğimiz virüs birkaç aylık süre içerisinde bütün dünyaya diz çöktürmüştü. Bazılarımıza göre de bütün bu olup bitenler kıyamet alametleri idi. Velhasıl bu umursamazlığımızla insanlığın içinde bulunduğu gemiyi bu seferde korona virüs buzuluna çarptırmış yüz binlerce insanı güvertesinde susmak bilmeden çalan kemanlar eşliğinde ölüme uğurlamıştık. Milyonlarca insan hâlâ bu geminin güvertelerinde kurtarılmayı beklerken belki de birçoğumuz bu gemide bulunmuyor olmanın verdiği bencil bir haz içerisindeydi. Oysa felaket göz göre göre geliyorum demişti de anlamak istememiştik. Daha yapacak bir sürü işimiz varken şimdi nereden çıkmıştı bu virüs. Birbirine koskoca dünyayı dar eden insanlık için artık yeni bir sınav zamanıydı. Her geçen gün artan dozda “Gerekmedikçe sokağa çıkmayın” çağrılarıyla birlikte insanlar evlerine sığmak zorunda olduklarının çaresizliğine düştüler. Bizler her ne kadar duymazdan geldiysek de dünya var gücüyle haykırmıştı aslında ”Benim yaşamak için insanlara ihtiyacım yok, ama insanların bana ihtiyacı var” diye. İnsanoğlu için artık şapkayı önüne koyup düşünme zamanıydı. Cemal Süreya’nın,” Nasıl bir his biliyor musun? Oda çok geniş ama sığamıyorsun, bak kapı orada ama çıkamıyorsun, pencere açık ama nefes alamıyorsun ” dizelerinin daha henüz başındaydık.
***
Sevgi, merhamet, vicdan, barış, saygı insanlar arasındaki en yüce değerlerden değilmiydi? Üstelik hepsi için herhangi bir ücret ödememiz gerekmezken ne ara bu kadar kirlenmiştik? Kendi arasında bu güzellikleri bir türlü tesis edemeyen insanoğlu için koronavirüs, pandemi, entube, sosyal izolasyon..gibi terimlerin en çok kullanılacağı dönem artık başlamıştı. Evde kal çağrıları arasında biz yine de tüketici yanı ağır basan kimliğimizle erzak stoklama, maske ve kolonya temin etme işlerinin çoktan peşine düşmüştük bile.
***
İlk olarak “Sosyal Mesafe” yi öğreten virüs bunun karşılığında pek garantisi olmasa da bizi hasta etmemeyi veya öldürmemeyi vaat ediyordu. Camiler, berberler ve kuaförler, alış veriş merkezleri, lokantalar, pastaneler, kahvehaneler; velhasıl insanların toplu olarak bulunabileceği bütün yerler virüsün yayılma tehlikesine karşı kapılarını bir bir kapatırlarken sanki önceden ihbarı alınmış yıkıcı bir fırtınaya karşı önlem hazırlıklarına başlamıştık. Kimse virüsün yıkıcı etkisiyle muhatap olmayı göze alamadığından kapılar arkasındaki yalnızlığımıza çekilmiştik. Önce evlere misafirlik alışkanlığımız kesildi. Telefonlara yönelmiştik artık. Öyle ya virüs sosyal temas istemiyordu. Geceleyin sokak lambalarından odalarımıza vuran cılız ışıklar arasında, çeşmelerin kınındaki sularla birlikte uykuya çekilip sabahleyin sokağımıza gelen çöp kamyonunun yoğun homurtularına uyanırken bizim için başlamış bulunan bu yeni hayatı idrak aşaması içerisindeydik. Özdemir Asaf “Yalnızlık paylaşılmaz paylaşılsa yalnızlık olmaz” demişti demesine de yalnızlık insan için elbette katlanılması zor bir durumdu. Nede olsa “Bir kahvenin tadını, bir insan sesi değiştirebilirdi. Berbat bir günü bir insanın yüzü güzelleştirebilirdi. Acı bir haberi bir insanın sözü hafifletebilirdi. Mutlu bir anı bir insan daha mutlu yapabilirdi. İnsan insana lazımdı. Ama insan insana”
***
Sevdiklerimizle tokalaşmayı bırakmak pek de uzun sürmedi. Sarılmayı, öpmeyi, koklamayı da bıraktık sonra. İnsan kendince bununda çaresini buldu çok geçmeden. Dirsekle tokalaşmayı ve ayakla merhabalaşmayı icat etti. Birinin yanımızda hapşırmasından huylanır, biri yanımıza yanaştığında uzaklaşır olduk. Bölge dışından gelen yakınlarımıza daha kapıda sarılmadan evde karantina uyguladık, onlara kapı aralıklarından yemek verip su uzattık. Tuvaletlerimizi ayırdık. Nede olsa yeni yaşantımızın kuralları buydu ve virüs de öyle yapmamızı emrediyordu. İnsanı insan yapan değerlerden ne kadar süreyle yoksun kalacağımızı bilmeden evlerimizdeki bu yeni yaşam şekline ayak uydurmaya çalışıyorduk. En büyük özgürlük alanlarımız ise balkonlardı artık. Yaşam tam da bahara durmuşken, rüzgâr esintileri balkonlarda yüzümüzü yalayıp aklımıza yaşama sevincini düşürürken şimdi olacak şey miydi bu. Dışarıya çıkıp mavi bir gökyüzü altında illaki portakal sarısı bir güneşle birlikte bizi takip eden gölgemizle yeniden özgürce dolaşabileceğimiz günlerin hatırına, gözlerimizi bütün masumluğu ile pencerelere yatırırken, belki de beynimizde Orhan Veli’nin “Pencere en iyisi pencere; Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa; Dört duvarı göreceğine” dizeleri dolanıp durdu. Uzak iklimlerden göç edip gelerek yeniden evlerimizin saçaklarındaki yuvalarına geri dönen kırlangıçların özgürce uçuşuna, apartmanlarımızın önünde ayaklarımıza dolanırken “beni sev” mesajı veren mahallemizin kedilerinin virüsten etkilenmeden dolaştığına şahit olduğumuzda, önümüzdeki baharı virüse feda etmenin mutsuzluğu ile birlikte artık pencerelerimizle dost olmaya başladığımız dönemlerdi.
***
Hanımlar aralarındaki günleri iptal ettiler akla gelen ilk tedbir olarak. Gün paraları artık internetten havale edilmeye başlanmıştı. Belki biraz sosyalleşmek biraz da zaman geçirmek adına gittiğimiz banka kuyrukları yerini internet bankacılığına bıraktı. Hastanelerden randevu almaz olmuştuk. Çay bahçeleri, sahil gezintileri hepsi bir süreliğine gerilerde kalmıştı artık. Kapılarımıza gelen faturaları internetten ödemenin yollarını arar olduk. Tatil planlarını iptal edip, siparişlerimizi internet üzerinden verdiğimiz günlerdeydik. Virüsle mücadelenin en ön saflarında yer alan tüm sağlık emekçilerini balkonlarımızdan alkışlarken sonradan onların verdiği kayıplarla hüzünlendik. Kısmen de olsa sokağa çıkmanın yasak ve şehirlerarası ulaşımın iptal edildiği günlerde evde ekmek yapıp balkon altlarından bizleri ziyarete gelen yakınlarımıza mesafeli bir “merhaba” dedik. Mahalle aralarında dolaşan araçlardan ekmek, meyve ve sebze aldık. Sonra evde spor yapmanın hiç olmazsa bu günlerde birkaç kitap okumanın, film seyretmenin peşine düştük. Evde saç tıraşı olabilmenin çarelerini aradık. Bilgisayar başlarında oturmaktan sıkılıp kalktık tekrar yine bilgisayar başlarına oturduk. Televizyonda hep belirli aralıklarla dönüp duran haberleri izlemekten sıkıldık. Evde kaldığımız gün sayısı artmaya başlayınca gerildik, sinirlendik, karamsarlığımız tavan yaptı. O güne kadar sorun olarak görmediğimiz birçok konuşmadan alınır, birçok davranışı büyütür olduk. Koca bir can bedenlerimize sığarken artık bedenlerimizin evlere sığmadığını gördük. Evlere sığdırmaya çalıştığımız bedenlerimizin ne kadarda özgürlük yanlısı olduğunu anlamamız pek de uzun sürmedi.
***
Hayatlarımızın evlere sığması için bu virüs ortamında çalışmak zorunda kalan isimsiz kahramanlar vardı bir de. Hayatın akışını sağlamak için bizim adımıza dışarıda koşuşturan ve emekleri en yüce değer olan bu insanları gördükçe evde güvende olmamızın mutsuzluğunu hissettik. Elbette ki en önemlisi de bu salgın sürecinde işsiz kalan ve her biri bir anne, bir baba ve bir evlat olan insanlarımızın evlerine götürmek zorunda oldukları ekmeklerinin kokusuna saplanmış sessiz çığlıkları idi.
***
23 Nisan ve 19 Mayıs öncesinde balkonlarımızı; uçmaya hazırlanan uğur böceklerinin kanatları kırmızılığındaki bayraklarımızla donatmıştık. Bu ulusal bayram günlerinde mahalle aralarında dolaşan araçlardan yayılan marşların coşku dolu sesleri evlerimizin bizleri ruhsuzlaştıran beton duvarlarına can buldururken, Bayraklarımız rüzgârda salınan görüntüleri ile bu muhteşem coşkuya görsel bir şölenle eşlik etti. Gökyüzünün yıldızlarla donatılmaya gebe olan akşamlarına inat daha aydınlık gelecekler için birazda ayarı bozuk ses tonumuzla İstiklal Marşımızı balkonlarımızda söylerken 23 Nisan’da çocuk,19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan genç olduk. Ne de olsa hepimiz Atatürk’ün çocuklarıydık. Bu ülke tarihte ne zorluklarla mücadele etmiş ve yoktan var olmuştu. Elbette bu zorluklarında üstesinden de gelecektik.
***
Dünyanın birçok kentlerinin cadde ve sokaklarının insanlar tarafından terk edilmişliğine tanık olduğumuz günlerdi. Bir yandan İspanya’da huzur evinde ölüme terk edilen yaşlı haberiyle içimiz acıdı. Sağlık sistemini tamamen özelleştiren ülkelerdeki vaka sayıları ve ölüm oranları arttığında insanlık nereye gidiyor diye sorguladık. Sokağa çıkması yasak olan 65 yaş ve üstü yaşlılarımızla sokaklarda dalga geçenler vardı, onlarla alay ederken eğlenenler oldu. Sonradan bazılarının kimi kimsesi olmadığını öğrendiğimiz de vicdanımız sızladı. Yaşlılarımızdan birinin dört saatlik sokağa çıkma izninde ek gelir temin etmek amacıyla ayakkabı boyadığını öğrenince de kahrolduk. Denizlerde yiyecek bulamayan martıların mahalle aralarındaki çığlıklarına şahit olduk. Diğer yandan evlerin balkonlarında canlı müzik konserleri verilirken birbirinden “Merhaba”yı esirgeyen insanların karşılıklı gülümsemelerini gördük. İnsanlar sokak ve meydanlardan çekilince şehre inen yabani hayvanlarla, denizlerin birazda olsa soluklanması ile birlikte, körfez sularından tebessüm fırlatan yunuslarla yaşama sevincimiz arttı. Araç kullanımı azaldığından temizlenmeye yüz tutan şehir havalarından ciğerlerimize çektik. Kaldırım parke taşları arasından zor koşullarda açarak bize gülümseyen, doğanın ikramı bahar çiçeklerini ezmeme nezaketini gösterdik. İnsan doğadan elini ayağını çekince böyle oluyordu demek ki diye düşündük.
***
Günler günleri kovalarken bütün telaşlı koşturmalar yerini anlamsız bir dinginliğe bırakmıştı. Fırtınalı denizlerden yorgun düşen bedenimizi, şimdi sakin sularda iskeleye halatlarla bağlamış durumdaydık. İnsanlık için bakım zamanıydı. Düşüncelerimizi isteklerimizi, nefretlerimizi, öfkelerimizi kısacası bizi olumsuz yöne sevk eden tüm değerleri belki de yeniden gözden geçirebilecektik. Takvim yapraklarını yerinden koparıp üst üste biriktirmeye başladığımızda gelen günün anlamsızlığını sorgulayan bir ruh haline bürünmüştük. Gökyüzünden kayacak bir yıldızda, sanki bütün insanlık virüsün çaresinin bir an önce bulunması dileğinin ortak hazırlığı içindeydi. Vaka sayısı milyonlara ulaşmış, ölümler yüz binleri bulmuştu. İnsan çabuk kanıksıyordu olan biteni. Normalde bir kişi dahi öldüğünde derin bir üzüntünün içerisine gark olan insanoğlu rakamlara sığdırılmaya çalışılan bu toplu ölümler karşısında neredeyse duyarsızlaşmış gibiydi. Rakamların içerisindeki kişiler oysa bir anne, bir teyze, bir hala, bir baba, bir dayı, hepsinden önemlisi birer insandılar. Ölümleri sonrasında ağıtlar yaktığımız bu bedenlerden geniş güvenlik tedbirleri altında bir an önce kurtulma telaşesi içindeydik.”Hani virüs nerede? Ben göremiyorum” diyen kişilere şimdi sorma zamanıydı ;“Sen bütün bu olup bitenleri görüyor musun?” diye.
***
Sonra kapımıza gelip dayanan ramazan bayramında bir yandan yüreğimizden yalnızlık kuşlarını havalandırırken diğer yandan odamızın içindeki aile fotoğrafını yalayan eski bir şarkının eşliğinde, gözlerimizi pencerelerimizden ufuk çizgilerine yatırıp damarlarımızda hüzün dolaştırırken, bu bayramda da bir araya gelememenin sessizliğine büründük. Öpemediğimiz elleri, kucaklayamadığımız sevdiklerimizi düşünürken kalbimizin bütün sokaklarında çalmaya başlayan yalnızlık senfonisinin yarattığı girdapta kaybolmama çabasıyla irkilip gözlerimizden akan gözyaşı eşliğinde özleyen olduk, özlenen olduk. Hasretimiz bayram şekeri ambalajı misali bütün bedenimizi sarıp boğazımızda yumruk olup düğümlendiğinde ise telefonda ses olduk.
***
Bir astronot bayanın ”Uzayda 11 gün kaldım. Oradan bakınca her şey küçük ve önemsiz görünüyor, hayattaki öncelikleri fark ediyorsunuz. Harita üzerinde çizdiğiniz ve adına sınır dediğiniz şeylerin aslında var olmadığını görüyorsunuz” dediği günleri yaşıyor gibiydik. Sanki sihirli bir değnek ülkeler arasındaki sınırları kaldırmıştı.Birbirlerine doktor, tıbbi malzeme gönderen ve başka ülkelerin hastaları için hastanelerinde yer açan ülkeleri gördükçe dünyanın bir kez daha güzelleştiğine tanık olduk. Sonra mahalle bakkalındaki borç defterini satın alanlar, yaşlısının kapısına ekmek götürenler, askıda fatura ödeyip erzak bırakanlar gördükçe sanki insanlar arasındaki sınırları da kaldırmış gibiydik. Kent meydanlarında aç kalan güvercinleri besleyen insanları gördükçe de yaşadığımız tüm olumsuzluklara rağmen “Vicdan; belki de dünyayı kendisine veda edecek en son insanla birlikte terk edecek” diye geçti aklımızdan. Bunca canımıza mal olmasına rağmen Türkçe karşılığı “taç” olan korona kim bilir belki de insan yönümüzü taçlandırmamız için bize musallat olmuştu.
***
İnsanoğlu kuduz’un aşısını 4 yılda, boğmaca’nın aşısını 8 yılda, kızamık aşısını 9 yılda, grip’in aşısını 14 yılda, kabakulak aşısını 22 yılda, suçiçeği hastalığının aşısını 34 yılda, Difteri ve tetanos’un aşısını 40 yılda, menenjit’in aşısını 68 yılda bulmuş. Elbette insanlık korona virüsünde aşısını bulacaktı. Ama asıl önemli olan sevginin, merhamettin, saygının, adaletin, vicdanın, özlemin kısaca insanı insan yapan tüm değerlerin aşısını bulmak değilmiydi?