YIL 1979_______
Yarın sabah okuldan ayrılacak olmanın burukluğu ile öğrenciler yat taburundan sonra yatakhanelerine çekildiler. Çorap ve ayakkabı kokuları arasında açılıp kapanan dolapların kapak gürültüsü, koridorlarda yürüyen öğrencilerin terliklerinin sesleri, Birkaç küfür ve yataktan yatağa bağırarak konuşmalar derken “Susun beyler uyuyacağız” uyarıları ve saatin ilerlemesi sonrasında gittikçe azalan gürültü seviyesi ve sessizlik
Tüm bu sessizliğin içerisinden boğazın yakamozları üzerinden Karadeniz yönüne kayıp giden bir gemi
Orta bahçedeki aydınlatma lambalarının yaydığı ışık altındaki Atatürk büstü ve onun üzerinde dalgalanan Türk bayrağı da aynı sessizliğin bir parçası gibi duruyorlardı.
Yatakhane dışarıdan gelen ışıkların etkisiyle yarı aydınlık durumdaydı. Uyumaya çalışan öğrencilerin tek tük öksürükleri, horlamaları, arada sırada bir gıcırdayarak açılan dolap kapakları arasında fısıldayarak yapılan konuşmalar az da olsa gecenin sessizliğini bozuyordu. Öğrencilerden biri yan yataktaki arkadaşına saati sordu. Arkadaşı fısıldayarak ”Üç” dedi. Biraz ilerdeki yatakta ise küçük bedeni gecenin yorgunluğuna yenik düşen manga nöbetçisi uyuyordu.
Çeşmelerin kınındaki klorlu sular,
Bütün gün bavul odası önünde Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur kasetlerini geveleyerek çalan teyp,
Dip köşede bezi sararmış durumda olan ütü masası ve hemen onun üzerinde kordonu flaselenmiş durumda olan ütü,
Her gün açılıp kapanmaktan yorgun düşmüş yatakhane kapısı,
Yatak altlarındaki terlik ve ayakkabılar,
Ranza demirlerine asılmış birkaç havlu da sanki öğrencilerle birlikte uykuya çekilmiş gibiydiler.
Ortaköy tarafında yanıp sönen renkli ışıklar, arabaların geceyi delmeye çalışan farları, boğaz köprüsü üzerinde akıp giden trafik, boğazın yakamozlu suları, köprünün Ortaköy bacağı üzerinde yanıp sönen kırmızı ışıklar geceyi kendince hareketlendirmeye çalışırken buradan okula doğru yayılan müzik sesi de kesilmişti. Kim bilir bu ışık oyunları uyku tutmayan kaç öğrencinin eğlencesi olmuştu yıllar boyunca
Baba ocağının yoksul sofralarındaki doymamışlıklarını,
soba kenarındaki ısınmışlıklarını,
üzerlerine titreyen annelerini,
kavga edip barıştıkları kardeşlerini,
evlerinin kedileri Tekiri,
meyve koparıp üzerinden düştükleri ağaçları,
filmin ikinci yarısında içeriye ücretsiz girmeye çalıştıkları yazlık sinemaları, öğretmenlerine görünmemek için değiştirdikleri sokakları,
ailecek bir arada oturdukları ve tavanından bir tek lamba sarkan odaları erken yaşta omuzlarına aldıkları sorumluluk nedeniyle bırakıp gelmişlerdi.
Bir öğrenci yatağından kalkıp öksürerek tuvalete gitti. Biraz önce saati soran öğrenci;
-“Nasıl üzgünmüsün?” diye fısıldadı yan yataktaki arkadaşına
-“Biraz” dedi arkadaşı yutkunduktan sonra devam etti “Birbirimizden ayrılacağız” dedikten sonra bir süre durdu gözleriyle sabit bir noktaya bakarak “ bilmediğimiz bir yere gidiyoruz sonunda, aramıza tanımadığımız yeni arkadaşlar da gelecek, bilmiyorum kaynaşabilecek miyiz?”
Biraz önce tuvalete öksürerek giden öğrenci terlik sesleri arasında yatağına geri döndü.
Bir dolap kapağı açılma sesi daha gecenin sessizliğini bozdu. uyumakta olan manga nöbetçisi yatağında yan döndü, kolunda çatal iğne ile tutturulmuş olan nöbetçi kolluğu sanki düşecekmiş gibi duruyordu.
Boğazdan bir gemi daha parlak ışıklarıyla bu sefer Marmara Denizi yönüne doğru sessizce geçti gitti.
Yıllardır boğazdan geçip giden birçok gemiyi gözleriyle Marmara ve Karadeniz yönüne uğurlamışlardı. Serbest zamanlarda okulun orta bahçesinde oturmuşlar yatakhanelerin de yanık memleket türküleri söylemişlerdi. Ceket önlerini açıp kravatlarını gevşetip şapkalarını geriye doğru atıp ellerini ceplerine sokunca pek de asi olmuşlardı. Bu fiyakaları bir üstlerini görünceye kadar sürmüş üstlerini görünce de toparlanmaları pek de uzun sürmemişti hani. Ayakkabı topuklarına basmak da ayrı bir zevkleriydi, arada sırada kösele olan ayakkabı topuklarını birbirine vurarak en yüksek topuk sesini çıkartmaya çalışmışlar, teneffüs aralarında sıralarda elleriyle okul trampet takımının ritmini tutmuşlardı
Beyaz elbiseleriyle hafta sonları çarşı iznine çıkarken güvercinler gibi kanat çırparak İstanbul’un muhtelif yerlerine varabilmenin telaşını yaşamışlardı
Taburlarda üzerinde “Öğrenci Mektubu Görülmüştür” kaşeli mektuplar dağıtılırken kulakları mektupları dağıtan öğrencide olmuş isimleri okunduğunda kendisine fırlatılan mektup zarfını havada yakalamaya çalışmışlardı.
Denetleme zamanları battaniyeler üzerine oturarak yerleri cilalamışlar, Yatakhanedeki dolaplarını ve ranzalarını tiner kokan yağlı boyalarla boyamışlardı.
Çorap ve iç çamaşırlarına varıncaya kadar denetleme kıyafetlerine numara dikmişler, Orta bahçede hizaya gelme, selam verme ve kendilerini rapor etme eğitimleri yapmışlar ve yorgun düşmüşlerdi.
Nazlı sabah uykularını yataklarında bırakıp etüt, ders ve taburlara gitmişler,
Sınav günleri erken kalkıp ders çalışabilmek için yatak ayak uçlarına mavi ve beyaz havlu bağlamışlardı
Sevmedikleri yemeklere burun kıvırma lüksleri hiç olmamış, soğuk banyo sularında üşüyerek duş almışlar, ceplerindeki az buçuk parayla hafta sonu çarşı izinlerine çıkmışlar, saçlarını istedikleri uzunlukta kestirememişler. Üstlerinden hep çekinerek hareket etmişler, Memleket özlemiyle gözlerini İstanbul Boğazına yatırmışlar. Soğuk kış günleri orta bahçede ceza taburlarında beklemişler, Annelerinin yıkadığı beyazlıkta olmayan çamaşırlarını giymek zorunda kalmışlardı
Aynı elbiseli parasız yatılı okulun öğrencileriydiler hepsi, arkadaşlığı, yardımlaşmayı, aralarındaki gizli rekabeti, küfürü,kavgayı burada öğrenmişler, birçoğu da ellerini sarartan ve üzerlerinin nikotin kokmasına neden olan sigaraya gizliden burada başlamış, Elbiselerinin üzerindeki yemek lekelerini tebeşirle gizlemeye çalışmışlardı.
Birkaç dolap kapağının açılıp kapanması, öksürük sesleri, horlamalar, boğazdan sessizce giden birkaç gemi daha derken sabahın ilk ışıklarıyla birlikte çalan kalk borusu ile tek tük öğrenciler nazlı sabah uykularını yataklarında bırakarak kalkmaya başladılar. Gece boyunca çeşmelerin kınında bekleyen klorlu su ile yüzlerini yıkayıp tuvaletlerden gelen sifon sesleri arasında üzerinde büyük harflerle TCB yazan havlularına yüzlerini sildiler. Fazladan uyumak isteyenler battaniyelerini biraz daha üzerlerine çektiler. Manga nöbetçisi de yattığı yerden kalkmış yatan arkadaşlarını bağırarak uyandırmaya çalışıyordu.
-Haydi beyler kalkalım !
-Haydi beyler kalkalım !
Beylerbeyinde yeni bir gün başlamıştı. Ama bu gün diğerlerinden farklıydı. Ayrılık günüydü neticede. Hepsinin ne olduklarını bilmedikleri branşları belli olmuş hangi branşın daha iyi olduğuna dair kendi aralarında çok fazla bilgileri olmadan yorumda yapmışlardı.
Yemekhaneye giren öğrenciler bir arı kovanı gürültüsü içerisinde yerlerini almışlardı. Metal tabak, çatal, kaşık ve kayan sandalyelerin ayak sesleri arasında bir tokmak sesi ile kısmen sessizlik sağlanmaya çalışılmıştı
-Tanrımıza hamdolsun.
-Tanrımıza hamdolsun.
-Milletimiz varolsun.
-Milletimiz varolsun.
-dikkat komutanım
-Afiyet olsun
Kısa bir aradan sonra çatal, kaşık ve sandalye ayaklarının gürültüleri yeniden başlamıştı.
Bir süre sonra orta bahçede tabura geçtiler. Sınıf Astsubayları tabura geldi. Üç yıldır üzerine titrediği öğrencilerini son kez bir arada görmenin burukluğu vardı üzerinde. Yavaş ve kendinden güvenli bir hareketle sağ elini düğmeler arasındaki boşluktan elbisesinin içine soktu. Öğrencilerinin her daim örnek aldığı birisiydi kendisi. Hepsinin bu vatan için faydalı bir birey olmasını istedi. Yeni dönemde nelerle karşılaşacaklarını anlattı.
Öğrenciler İçine koskoca üç yılı sığdırdıkları Starlet marka valizleri ile orta bahçenin ucundaki tünelden Komutanlık binasına yönüne kum saatinin taneleri gibi birer ikişer akıp geçmeye başladılar. Valizlerinin içerisinde birkaç kirli çorap,
beyaz ve mavi havluları,
terlikleri,
siyah ayakkabıları,
iç çamaşırları, diş macunları ve fırçaları,
el sabunları ve sevdiklerine ait özenle korudukları siyah beyaz fotoğraflar vardı.
İlk defa bu tünelden geçmek bu kadar zor geldi kendilerine. Sanki spor sahasına değil de yeni bir döneme açılan bir zaman tünelinden geçer gibiydiler
Kimisi merdivenlerdeki ilk basamaklarda orta bölümdeki tırabzana tutunarak son bir bakışla okullarına baktılar.
Kimisi üzülerek, kimisi sevinerek bir dönem yüzme öğrenmeye çalıştıkları havuzun iskelesinde bağlı olan gemiye birer ikişer bindiler. Herkes geminin okulu gören iskele tarafında yer kapma telaşındaydı
Ve veda zamanı geldi ileride okullarının başına neler geleceğini bilmeden ve özlem duyacaklarından habersiz geminin güvertesinde çimariva mevkilerinde yerlerini aldılar. İskeleye bağlı halatlarını fora eden geminin makinelerinin gürültüsü birkaç kademe daha artarak kıçındaki deniz suyunu hareketlendirmeye başladı.Düdüğünü uzun uzun acı bir sesle çaldı. Öğrenciler ellerinde şapkaları ve üzerlerindeki keten elbiseleriyle okullarını selamladılar.
sancak tarafa dümen kırıp iskeleden avara eden gemi bir süre sonra iskele bordosuyla Kuzguncuk’taki kum ocağını,
Kitapçı Tahir amcayı,
Kuzguncuk meydanındaki çınar ağacını,
Üsküdar’daki Tekel tütün deposunu, Lale sinemasını, L kahveyi
Kız kulesini,
Harem otogarını,
Haydarpaşa tren garını
Yalayıp geçti.
Artık hiç birinin minik gövdesinin görüntüsü Üsküdar-Beykoz arası çalışan kırmızı koltuklu Plymouth ve Chevrolet marka dolmuş taksilerin cam, ayna ve kaportalarına yansımayacaktı
_______YIL 2018_______
Yıllar yıllar sonraydı mevsim puslu ama hafiften soğuk bir Kasım sabahına dönmüştü. Portekiz’in Porto limanından kalkıp Romanya’nın Köstence limanına gitmekte olan Türk bandıralı bir geminin köprü üstünde bulunan kaptan İstanbul boğazında Kız kulesini bordalıyordu. Emeklilik sonrasında artan sorumluluklar nedeniyle birçok arkadaşının da kendisi gibi gemilerde veya başka işlerde çalışıyor olması aklına geldi. Görevdeyken ve emeklilik sonrasında kendilerine vaat edilen bir takım iyileştirmelerin yapılmamasına olan kızgınlığı devam ediyordu. Burnundan derin bir nefes aldı ve birkaç saniye tuttuğu nefesini ağzından verdi. Bu gemilerde daha ne kadar çalışabileceğini düşündü.Birkaç sağlık sorunu da olmasına rağmen önce silueti iyice bozulan ve bir beton yığını haline gelen İstanbul’a baktı.. Artık her yer betonlaştığından sarı yapraklı ağaçlarda sonbahar hüznünü yaşamak mümkün değildi bu şehirde. Hava hafiften yağmura dönmeye yüz tutarken birden aklına hayatta olmayan arkadaşları geldi. Havada sanki onların hüznü vardı. Ne günlerdi be…
Üsküdar sahili sancak tarafta görülmeye başladığında elindeki tost ekmeğinin kenarından kopartıp bir süredir gemiye yakın uçmakta olan martıya doğru fırlattı. “Martıları balıktan çok ekmeğe mahkûm ettik” diye geçirdi aklından. Bu arada Karadeniz tarafından görevden gelen bir askeri gemi gözüne çarptı. Güvertesinde beyaz elbiseli birkaç personel hareket halindeydi. Biraz önce ekmek fırlattığı martının askeri gemiden yana uçtuğunu gördü.
Üsküdar’ı bordalarken önünden geçtikleri tütün deposunu, Üsküdar Beykoz arası gidip gelen dolmuş taksileri, kırmızı beyaz İETT troleybüslerini, meydandaki saat kulesini, bacasında çaprazlamasına kırmızı çapa bulunan denizcilik İşletmelerine ait vapurları ve güvertesinde etekleri uçuşan beyaz elbiselerini, okul kapısından beyaz güvercinler gibi uçuşarak çıktıkları dönemleri hatırladı.
Gemisinin Beylerbeyi’ne yaklaşması sonrasında şimdilerde Kıyı Emniyet Müdürlüğüne devredilen okullarına acı bir buruklukla baktı. Kendisi gibi bir çok arkadaşının aidiyet adresiydi burası.Şimdi siyah beyaz bir filmi geriye sarmış seyreder gibiydi;
Orta bahçede soğuk bir kış günü yat taburu için toplanmışlardı yine. Bütün gün yağan kar okul bahçesinde tutmuş ve bazı yerlerde buzlanmalar olduğundan etüt çıkışında kayarak düşen öğrenciler vardı. Gecenin karanlığında aydınlatma lambalarının sarı ışıkları arasında kelebek gibi uçuşan karlar Atatürk büstünün üst bölümünü beyazlaştırmıştı. Öğrenciler elbise ve kaput kollarını avuç içlerine kadar indirmişler ağızlarından buharlar çıkartıp titreyerek devamlı hareket halinde ısınmaya çalışıyorlardı. Ayaklarının altındaki karları ezerek ses çıkartıp üzerlerindeki siyah elbiseler ile karanlığın içerisinde kaybolmuş gibiydiler. Gecenin sessizliğini delen gür bir “rahat” “hazır ol” komutundan sonra ağızlarından çıkan buharın eşliğinde okulun duvarlarında Deniz Astsubay Okulu Marşı yankılanmaya başladı….
“Çelikten kalbimizde vatanın sevgisi var,
Gözlerimiz enginde, düşmandan bir iz arar.
Düşmanların kalbinde korku olur eseriz,
Biz ömrünü vatana veren, Astsubaylarız…….”
Ve şimdilerde her ne kadar duyulmasa da minik peynir yanaklı öğrencilerin sesleri okul duvarlarında yankılanıyor ve her ne kadar görülmese da gözleri ile gemiler geçiriyorlardı Karadeniz’e ve Marmara’ya……..
(Deniz Astsubay Okullarının 128.kuruluş yıl dönümü ve 1980 mezunu Astsubaylar anısına)